Altın Silsile'nin Alâeddin Attâr'dan sonraki halkası Yakub Çerhî. Maveraün-nehir'de Kandehar ile Gaznin arasında, Gaznin'e bağlı Cerh köyünden. Bu yüzden Çerhî diye ünlü. Bu köyde doğdu. İlk tahsilini memleketinde yaptı. İlim için Herat ve Mısır'a gitti. Mısır'da Şihabuddin Seyrânî'den okudu. Aynı yıllarda Mısır'da ilim tahsili için bulunan Sühreverdiyye'nin Zeyniyye kolu kurucusu Zeyneddin Hafî ile arkadaşlık etti. Bedahşan ve Buhara gibi şehirleri de dolaşan Çerhi'nin tasavvuf yoluna ilk intisabı Şah-ı Nakşbend hazretleri eliyledir. Ancak seyr u sülûkünü tamamlaması Alâeddin Attâr vasıtasıyla olmuştur. Zahir ve batın ilimlerinde derinlik kazanmış bulunan Yakub Çerhi, pek çok halife yetiştirdi ve pek çok kimsenin Hak yola girmesine vesile oldu. Şeyhinin vefatından sonra yerleştiği Hisar köylerinden Hülfütû'da 851/1447 yılında vefat etti. Kabri oradadır. Yaşadığı yıllar Timurleng dönemine rastlamaktadır.
ŞEMAİL-İ ÇERHİ
Ortaboylu, beyaz tenli, gökçek yüzlüydü. Sakalı seyrek ve beyazdı. Alnında bir "ben" vardı. Zahir ve batın, ilimlerinde rüsuh ehli, zahirî ve batınî rumûz sahibiydi.
Tasavvuf Yoluna Girişi
Yakub Çerhi, Herat ve Mısır medreselerinde dini ilimler sahasında fetva verecek seviyeye geldikten sonra memleketine döndü. Çocukluk yıllarından beri tanıyıp saygı duyduğu Şah-ı Nakşbend hazretlerinin sohbetine katılmayı arzu etti. Ziyaretine varıp:
"Beni gönlünüzden çıkarmayın, dualarınızdan eksik etmeyin. Gönlüm sizin iştiyak ve cezbenizle dolu." şeklinde tazarruda bulundu. Bunun üzerine Şah-ı Nakşbend, dini ilimlerde belli bir seviye kazanmış bulunan bu genç alimin bu yoldaki samimiyetini anlamak için sordu:
- Bize karşı olan bu iştiyak ve cezbenizin sebebi nedir? Yakub Çerhi dedi ki:
- Siz halkın makbulü ve herkesin hürmetine mazhar bir ulu kişisiniz.
Bu cevabı yeterli bulmayan Bahaeddin Nakşbend:
- Bu yeterli bir sebep değil. Çünkü şeytani sıfatlara sahip kimseler de halkın makbûlü olabilir. Başka sebep yok mu? diye sorunca Yakub Çerhi şu cevabı verdi:
- Bir hadis-i şerifte Allah Rasûlü buyuruyor: "Allah Teala bir kulunu sevdi mi, onun sevgisini diğer kulların kalbine ilka eder."
Bu söylenenler üzerine Şah-i Nakşbend tebessüm etti ve:
- Biz Azizân cemaatiyiz, dedi. Yakub Çerhi, "Azizân" tabirini duyar duymaz yerinde duramaz olmuştu, kendisini bir cezbe hali ve gaybet kaplamıştı. Çünkü bir ay kadar önce kendisine rüyasında: "Git Azizân'a mürid ol" denilmişti. Ancak o, daha önce gördüğü bu rüyayı unutmuştu. Bu kelimeyi duyar duymaz derhal o rüyayı hatırladı ve irkildi. Tabii bağlılığı da bir kat daha artmış olarak. Ayrılırken Şah-ı Nakşbend ona takkesini armağan etti ve; "Eline aldıkça ve gördükçe bizi hatırlarsın. Hatırlayınca da bizi yanında bulursun" dedi. Arkasından da Belh şehrine bağlı Deştkülek'te Allah dostlarından Mevlana Taceddin'e gidip bir süre hizmet etmesini öğütledi. Çünkü himmetin yolu hizmetten geçerdi.
Nefehât müellifi, Yakub Çerhi'nin Şah-i Nakşbend hazretlerine intisabını biraz daha farklı ifadelerle şöyle anlatıyor: Yakub Çerhi, Bahaeddin Nakşbend ile ilk görüşmesinde ondan sohbetine ve tarikatine kabûlü talebinde bulundu.
Şah-ı Nakşbend bu işin emri Hakk olduğunu, bu yüzden istihare ve istişaresiz olamayacağını söyledi. "Bu gece bir istihare yapalım, eğer kabul edilirseniz biz de kabul edelim" dedi. O gece Yakub Çerhi için bitmek bilmeyen uzun bir gece oldu. Acaba bu kapı kendisine kabulle mi açılacaktı, yoksa red ile mi?
Sabahleyin Şah-ı Nakşbend: "Kabul buyuruldunuz, ancak Alâeddin Attar'ın sohbetine devam edeceksiniz" dedi. Bu görüşme sırasında Şah-ı Nakşbend ona "vukuf-i adedi"yi talim etmişti. Bilindiği gibi vukuf-i adedi:
Zikir sırasında sayıya riayet etmek, aklı dağınıklıktan koruyup bir yerde toplamak ve dikkati teksif etmektir. Şah-ı Nakşbend "zikri adedi"yi anlattıktan sonra "Hızır aleyhisselamın Abdülhalik Gucdüvani'ye öğrettiği ledünnî ilmin ilki budur." dedi. Ardından şunları anlattı: İlim iki türlüdür. Biri kalb ilmi, diğeri lisan ilmi. Kalb ilmi nebilerin ve Resullerin ilmidir ve faydalıdır. Lisan ilmiyse Allah'ın kullarına bir delili ve belgesidir. Hakk Teâlâ sana kalb ilmi bahşetsin. Kalb ilmi içi ve dışı doğru kimselerle sohbet etmek suretiyle gelişir. Ancak böyleleriyle düşüp kalkarken kalbinize sahip olun. Çünkü onlar, kalplerin casusudur, kalplere girip çıkarlar ve sizin meyillerinize bakarlar.
Bu görüşmeden sonra Yakub Çerhi, Bedahşan tarafına gitti. Şah-ı Nakşbend hazretleri vefat edince Alâeddin Attâr, Çiğanyan'a yerleşmişti. Attar, Çerhi'ye bir elçi göndererek şeyhinin vasiyetini hatırlattı. Bunun üzerine Yakub Çerhi, Bedahşan'dan Çiğanyan'a geldi ve şeyhi Alâeddin Attar'ın vefatına kadar orada onun hizmetinden ayrılmadı. Hatta Alâeddin Attâr'ın oğlu Nasıruddin Ubeydullah Yakub Çerhi'nin sohbetinden feyz alanlar arasındadır.
Vakfiye Şartlarına Riayet
Yakub Çerhi, ilim tahsili için Herat'ta bulunduğu sürece meşhur mutasavvıf Abdullah el-Ensari el-Herevi'nin dergahındaki imarete devam eder, yemeğini orada yerdi. Çünkü o dergahın vakfiyesinin şartlarında genişlik vardı. Maveraünnehir büyükleri, genellikle vakfiyesindeki genişlik sebebiyle bu ve benzeri bir iki vakfın yemeğini yerler, mürid ve talebelerini de bunlardan başka yerlere göndermezlerdi. Çünkü: "Vakfedenin koyduğu şart, kitap ve sünnet hükmü gibidir." fehvasınca şartı vakıfa riayet lazımdır. Bir başka ifadeyle vakıflara uyulması zor şartlar konulmamalıdır ki, daha sonra gelenler sıkıntı çekmesin ve vakfiye şartına uymama tehlikesiyle karşı karşıya kalınmasın. Ayrıca dervişan grubunun lokmalarına azamî titizlik göstermeleri gerekir. Çünkü haram, ya da şüpheli lokma, saliki tam bir ricalle yolundan alabilir, sırat-ı müstakim'den edebilir.
Zeyneddin Hâfi île
Yakub Çerhi ile Zeyneddin Hâfi, aynı yıllarda Mısır'da beraber bulunmuşlar ve aynı hocalardan okumuşlardır. Aralarında meşreb birliği de bulunan bu iki gönül dostu, zaman zaman bir araya gelip hasbihal ederlerdi. Aradan yıllar geçtikten sonra Yakub Çerhi, Horasan'da uzun yıllar bulunmuş olan müridi Ubeydullah Ahrar'a Şeyh Zeyneddin Hâfi müridlerinin halinden sordu:
Zeyneddin Hâfi müridlerinin rüya tabirleri nasıldır. Genellikle yorumlarının doğru çıktığı ve tabirlerine çok güvenildiğini duydum. Bu konuda bilgin var mı? Ubeydullah Ahrar:
Evet, duyduklarınız doğrudur, der demez Yakub Çerhi kendinden geçti, huzur hali gaybete dönüştü. Vakıa o, gaybet ve cezbesi huzur ve sahvına galip bir sufiydi. Elleriyle sakalını tutmuş bir halde başı önüne düştü ve bir süre öylece kaldı. Kendisine geldiğinde, kendisinin gecenin değil, gündüzün ve aydınlıkların çocuğu olduğunu anlatan bir şiir okudu ve rüya tabiri işiyle ve uykuyla ilişki olmadığını anlatmaya çalıştı.
Râbıta Konusu
Kuvvetli sevgi sebebiyle sâlikin, gıyabında bile şeyhinin huzurunda imiş gibi edeble davranması demek olan rabıta, Nakşbendilik'te özel bir anlam ve önem taşır. "Sadıklarla beraber olmak" (et-Tevbe, 9/119) emrine imtisal demek olan rabıta, aslında "şahsiyet transferi ve identifikasyon" gibi kavramlarla da açıklanabilir. Nitekim Yakub Çerhî kendisine intisab etmek isteyen bir müridine bu sırrı açıklamak için kendi ellerini göstererek:
"Nakşbend hazretleri bu elleri tutup:
"Senin elin benim elimdir. Her kim senin elini tutarsa benim elimi tutmuş olur" buyurdular. Öyleyse tut elimi, bu el Bahaeddin Nakşbend'in elidir." demişti. Râbıta ve silsile yoluyla bu el, Hz. Peygamber (s.a.)'e ve Hz. Allah'a uzanır. Nitekim Allah Teâlâ Kur'anı Kerim'inde Rasûlü'ne bey'at eden kimseleri kendisine bey'at etmiş sayarak Rasûlü'nün elini de kendisine izafe etmiştir." (bk. El-Feth, 48/10)
Şah-ı Nakşbend hazretleri ve halifeleri "rabıta" konusuna ayrı bir önem vermişlerdir. Yakub Çerhi tarikat icazeti alacağı zaman Hacegan yolunun şartlarını baştan başa öğrendi. Rabıta şartını anlatırken şeyhi kendisine dedi ki: "Bu yolu öğretirken dehşet hissi vermemeğe çalış! Emaneti isteklilere ve istidadlılara ulaştırmaya bak. Çünkü emaneti ehline vermek de ilahi bir emanettir."
Yakub Çerhi, halife ve müridlerini genellikle istidadlılardan seçerdi. Onları Nakşî âdâbıyla yetiştirirdi. Ancak halifelerini irşad konusunda muhayyer bırakarak şöyle konuşurdu: "Bizim mürşidimizden öğrendiğimiz usul, Hacegân yoluna has olan 'nefy ve isbat' usulüdür. Eğer siz, taliplerinizi 'cezbe' yoluyla eğitmek isterseniz o yine sizin bileceğiniz iştir. Talib mürşidinin huzuruna bütün istidadını toplayarak gelmelidir. İstediği her kudretin yeri kendisinde mevcud olmalı ve iş hemen izne bağlı olmakdan ibaret kalmalı" diyerek mürşidlerin, müridlerin toprağında var olan madeni ve kabiliyeti ortaya çıkaran usta eller olduğunu anlatmak isterdi.
Çerhi'nin emaneti teslim edeceği müridi ve halifesi Ubeydullah Ahrar'ı işaret ederek söylediği şu söz çok anlamlıdır: "Talib, mürşidine Ubeydullah gibi gelmeli. Meş'alesi hazır, yağı ve fitili tamam, iş bir kibrit çakıp ateşi tutuşturmakta..."
ŞEMAİL-İ ÇERHİ
Ortaboylu, beyaz tenli, gökçek yüzlüydü. Sakalı seyrek ve beyazdı. Alnında bir "ben" vardı. Zahir ve batın, ilimlerinde rüsuh ehli, zahirî ve batınî rumûz sahibiydi.
Tasavvuf Yoluna Girişi
Yakub Çerhi, Herat ve Mısır medreselerinde dini ilimler sahasında fetva verecek seviyeye geldikten sonra memleketine döndü. Çocukluk yıllarından beri tanıyıp saygı duyduğu Şah-ı Nakşbend hazretlerinin sohbetine katılmayı arzu etti. Ziyaretine varıp:
"Beni gönlünüzden çıkarmayın, dualarınızdan eksik etmeyin. Gönlüm sizin iştiyak ve cezbenizle dolu." şeklinde tazarruda bulundu. Bunun üzerine Şah-ı Nakşbend, dini ilimlerde belli bir seviye kazanmış bulunan bu genç alimin bu yoldaki samimiyetini anlamak için sordu:
- Bize karşı olan bu iştiyak ve cezbenizin sebebi nedir? Yakub Çerhi dedi ki:
- Siz halkın makbulü ve herkesin hürmetine mazhar bir ulu kişisiniz.
Bu cevabı yeterli bulmayan Bahaeddin Nakşbend:
- Bu yeterli bir sebep değil. Çünkü şeytani sıfatlara sahip kimseler de halkın makbûlü olabilir. Başka sebep yok mu? diye sorunca Yakub Çerhi şu cevabı verdi:
- Bir hadis-i şerifte Allah Rasûlü buyuruyor: "Allah Teala bir kulunu sevdi mi, onun sevgisini diğer kulların kalbine ilka eder."
Bu söylenenler üzerine Şah-i Nakşbend tebessüm etti ve:
- Biz Azizân cemaatiyiz, dedi. Yakub Çerhi, "Azizân" tabirini duyar duymaz yerinde duramaz olmuştu, kendisini bir cezbe hali ve gaybet kaplamıştı. Çünkü bir ay kadar önce kendisine rüyasında: "Git Azizân'a mürid ol" denilmişti. Ancak o, daha önce gördüğü bu rüyayı unutmuştu. Bu kelimeyi duyar duymaz derhal o rüyayı hatırladı ve irkildi. Tabii bağlılığı da bir kat daha artmış olarak. Ayrılırken Şah-ı Nakşbend ona takkesini armağan etti ve; "Eline aldıkça ve gördükçe bizi hatırlarsın. Hatırlayınca da bizi yanında bulursun" dedi. Arkasından da Belh şehrine bağlı Deştkülek'te Allah dostlarından Mevlana Taceddin'e gidip bir süre hizmet etmesini öğütledi. Çünkü himmetin yolu hizmetten geçerdi.
Nefehât müellifi, Yakub Çerhi'nin Şah-i Nakşbend hazretlerine intisabını biraz daha farklı ifadelerle şöyle anlatıyor: Yakub Çerhi, Bahaeddin Nakşbend ile ilk görüşmesinde ondan sohbetine ve tarikatine kabûlü talebinde bulundu.
Şah-ı Nakşbend bu işin emri Hakk olduğunu, bu yüzden istihare ve istişaresiz olamayacağını söyledi. "Bu gece bir istihare yapalım, eğer kabul edilirseniz biz de kabul edelim" dedi. O gece Yakub Çerhi için bitmek bilmeyen uzun bir gece oldu. Acaba bu kapı kendisine kabulle mi açılacaktı, yoksa red ile mi?
Sabahleyin Şah-ı Nakşbend: "Kabul buyuruldunuz, ancak Alâeddin Attar'ın sohbetine devam edeceksiniz" dedi. Bu görüşme sırasında Şah-ı Nakşbend ona "vukuf-i adedi"yi talim etmişti. Bilindiği gibi vukuf-i adedi:
Zikir sırasında sayıya riayet etmek, aklı dağınıklıktan koruyup bir yerde toplamak ve dikkati teksif etmektir. Şah-ı Nakşbend "zikri adedi"yi anlattıktan sonra "Hızır aleyhisselamın Abdülhalik Gucdüvani'ye öğrettiği ledünnî ilmin ilki budur." dedi. Ardından şunları anlattı: İlim iki türlüdür. Biri kalb ilmi, diğeri lisan ilmi. Kalb ilmi nebilerin ve Resullerin ilmidir ve faydalıdır. Lisan ilmiyse Allah'ın kullarına bir delili ve belgesidir. Hakk Teâlâ sana kalb ilmi bahşetsin. Kalb ilmi içi ve dışı doğru kimselerle sohbet etmek suretiyle gelişir. Ancak böyleleriyle düşüp kalkarken kalbinize sahip olun. Çünkü onlar, kalplerin casusudur, kalplere girip çıkarlar ve sizin meyillerinize bakarlar.
Bu görüşmeden sonra Yakub Çerhi, Bedahşan tarafına gitti. Şah-ı Nakşbend hazretleri vefat edince Alâeddin Attâr, Çiğanyan'a yerleşmişti. Attar, Çerhi'ye bir elçi göndererek şeyhinin vasiyetini hatırlattı. Bunun üzerine Yakub Çerhi, Bedahşan'dan Çiğanyan'a geldi ve şeyhi Alâeddin Attar'ın vefatına kadar orada onun hizmetinden ayrılmadı. Hatta Alâeddin Attâr'ın oğlu Nasıruddin Ubeydullah Yakub Çerhi'nin sohbetinden feyz alanlar arasındadır.
Vakfiye Şartlarına Riayet
Yakub Çerhi, ilim tahsili için Herat'ta bulunduğu sürece meşhur mutasavvıf Abdullah el-Ensari el-Herevi'nin dergahındaki imarete devam eder, yemeğini orada yerdi. Çünkü o dergahın vakfiyesinin şartlarında genişlik vardı. Maveraünnehir büyükleri, genellikle vakfiyesindeki genişlik sebebiyle bu ve benzeri bir iki vakfın yemeğini yerler, mürid ve talebelerini de bunlardan başka yerlere göndermezlerdi. Çünkü: "Vakfedenin koyduğu şart, kitap ve sünnet hükmü gibidir." fehvasınca şartı vakıfa riayet lazımdır. Bir başka ifadeyle vakıflara uyulması zor şartlar konulmamalıdır ki, daha sonra gelenler sıkıntı çekmesin ve vakfiye şartına uymama tehlikesiyle karşı karşıya kalınmasın. Ayrıca dervişan grubunun lokmalarına azamî titizlik göstermeleri gerekir. Çünkü haram, ya da şüpheli lokma, saliki tam bir ricalle yolundan alabilir, sırat-ı müstakim'den edebilir.
Zeyneddin Hâfi île
Yakub Çerhi ile Zeyneddin Hâfi, aynı yıllarda Mısır'da beraber bulunmuşlar ve aynı hocalardan okumuşlardır. Aralarında meşreb birliği de bulunan bu iki gönül dostu, zaman zaman bir araya gelip hasbihal ederlerdi. Aradan yıllar geçtikten sonra Yakub Çerhi, Horasan'da uzun yıllar bulunmuş olan müridi Ubeydullah Ahrar'a Şeyh Zeyneddin Hâfi müridlerinin halinden sordu:
Zeyneddin Hâfi müridlerinin rüya tabirleri nasıldır. Genellikle yorumlarının doğru çıktığı ve tabirlerine çok güvenildiğini duydum. Bu konuda bilgin var mı? Ubeydullah Ahrar:
Evet, duyduklarınız doğrudur, der demez Yakub Çerhi kendinden geçti, huzur hali gaybete dönüştü. Vakıa o, gaybet ve cezbesi huzur ve sahvına galip bir sufiydi. Elleriyle sakalını tutmuş bir halde başı önüne düştü ve bir süre öylece kaldı. Kendisine geldiğinde, kendisinin gecenin değil, gündüzün ve aydınlıkların çocuğu olduğunu anlatan bir şiir okudu ve rüya tabiri işiyle ve uykuyla ilişki olmadığını anlatmaya çalıştı.
Râbıta Konusu
Kuvvetli sevgi sebebiyle sâlikin, gıyabında bile şeyhinin huzurunda imiş gibi edeble davranması demek olan rabıta, Nakşbendilik'te özel bir anlam ve önem taşır. "Sadıklarla beraber olmak" (et-Tevbe, 9/119) emrine imtisal demek olan rabıta, aslında "şahsiyet transferi ve identifikasyon" gibi kavramlarla da açıklanabilir. Nitekim Yakub Çerhî kendisine intisab etmek isteyen bir müridine bu sırrı açıklamak için kendi ellerini göstererek:
"Nakşbend hazretleri bu elleri tutup:
"Senin elin benim elimdir. Her kim senin elini tutarsa benim elimi tutmuş olur" buyurdular. Öyleyse tut elimi, bu el Bahaeddin Nakşbend'in elidir." demişti. Râbıta ve silsile yoluyla bu el, Hz. Peygamber (s.a.)'e ve Hz. Allah'a uzanır. Nitekim Allah Teâlâ Kur'anı Kerim'inde Rasûlü'ne bey'at eden kimseleri kendisine bey'at etmiş sayarak Rasûlü'nün elini de kendisine izafe etmiştir." (bk. El-Feth, 48/10)
Şah-ı Nakşbend hazretleri ve halifeleri "rabıta" konusuna ayrı bir önem vermişlerdir. Yakub Çerhi tarikat icazeti alacağı zaman Hacegan yolunun şartlarını baştan başa öğrendi. Rabıta şartını anlatırken şeyhi kendisine dedi ki: "Bu yolu öğretirken dehşet hissi vermemeğe çalış! Emaneti isteklilere ve istidadlılara ulaştırmaya bak. Çünkü emaneti ehline vermek de ilahi bir emanettir."
Yakub Çerhi, halife ve müridlerini genellikle istidadlılardan seçerdi. Onları Nakşî âdâbıyla yetiştirirdi. Ancak halifelerini irşad konusunda muhayyer bırakarak şöyle konuşurdu: "Bizim mürşidimizden öğrendiğimiz usul, Hacegân yoluna has olan 'nefy ve isbat' usulüdür. Eğer siz, taliplerinizi 'cezbe' yoluyla eğitmek isterseniz o yine sizin bileceğiniz iştir. Talib mürşidinin huzuruna bütün istidadını toplayarak gelmelidir. İstediği her kudretin yeri kendisinde mevcud olmalı ve iş hemen izne bağlı olmakdan ibaret kalmalı" diyerek mürşidlerin, müridlerin toprağında var olan madeni ve kabiliyeti ortaya çıkaran usta eller olduğunu anlatmak isterdi.
Çerhi'nin emaneti teslim edeceği müridi ve halifesi Ubeydullah Ahrar'ı işaret ederek söylediği şu söz çok anlamlıdır: "Talib, mürşidine Ubeydullah gibi gelmeli. Meş'alesi hazır, yağı ve fitili tamam, iş bir kibrit çakıp ateşi tutuşturmakta..."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder